İnsanı diğer canlılardan farklı kılan ne var. Bilinç mi, duygular mı, zekâ mı? Bir hayal uğruna yaşayabilmesi, amaç edinmesi ve bu amaç uğruna kendini hiçe sayabilmesi mi? Öleceğini bilerek yaşayan tek canlı olması mı? Yoksa zekâsı mı?
Peki, zeka ne? Yüzlerce yaprak çeşidini tanıyan bir köy çocuğu, koyunlarına ne zaman nasıl davranacağını çok iyi bilen bir çoban, onlarca kar çeşidini tanıyan ve ayırt eden bir Eskimo ve amazon ormanlarında yüzlerce metrelik ağaca tırmanıp ağacın en tepesindeki balı almaya çalışan yerli,…hangisi daha zeki. Yoksa Bilim Sanat Merkezi seçmelerinde başarılı olan çocuğumuz mu?
Çok farklı değil mi sınırlarımız? Her birimizin bambaşka…
Beynimizin, bilincimizin sınırlarını kim biliyor kesinlikle… Her birimizin hikayesi farklı ve biricik. Yeryüzünde eşsiz ve benzersiz olan kendi hikayemizi yazıyor ve o hikayeyi yaşıyoruz. Dünyayı tamamen kendi bakış açımızla ve kendi zihnimizle inşa ediyoruz. Dünyamızı inşa ederken kullandığımız en önemli kaynak da kendi öznel algılarımız ile oluşan duygularımız. Yaşantılarımızın bizde uyandırdığı güçlü duygular. Aynı şeye bakarken kimimiz mutlu oluyor, kimimiz hüzünleniyor, kimimiz öfke doluyor. Onları algılarken hissettiklerimize göre onları hatırlıyoruz. Hafızamız da aslında biraz duygularımızın eseri.
Her insan biricik ve her insan kendine taraf. Olayları kendi tarafından görme ve gördüğünün en doğrusu olduğunu düşünme eğiliminde. Doğal olarak kendi hikâyelerimiz de kendimizi rahatlatmaya yönelik senaryolardan oluşuyor. Yaşadığımız olumsuzluklarda kendi sorumluluğumuzu, kendi payımızı görmezden gelme ve başkalarını kolayca suçlayabilme eğilimine sahibiz.
Dünyanın merkezi olan, biricik insan aynı zamanda kendi hikâyesini başkalarına anlatmak ve anlaşılmak çabasında. Varlığı ve kendi hikâyesiyle diğer insanlar tarafından onaylanma ihtiyacı içerisinde. Varlığı diğer insanlar tarafından onaylanan insan başka insanların hikâyelerini de duyabiliyor. Onlarla kendi hikâyesini paylaşıp, ilham alıp ilham verebiliyor. İşte o zaman insan insanın yurdu oluyor.
İnsan onaylanmaya, bağ kurmaya muhtaçtır. Anne rahmine düştüğü andan itibaren onaylanmalıdır. Çünkü onaylanırsa insan olabilir. O da başka insanların varlığını onaylayıp değer verebilir. Diğer insanların hikâyelerini duymaya yürekten ilgi duyabilir.
“Analar insandır biz insanoğlu” demiş sevgili Neşet Ertaş,
Demeler, kelimeler ne güçlüdür. Ruha tesir ederler, kalbi kanatırlar ve kalbe şifa verirler. Ne mutlu varlığını onaylayan kelimeler duyanlara! Ne mutlu varlığını onaylayan yüzler görenlere! Ne mutlu başkalarının varlığını onaylayanlara… Ama önce ümitle niyet etmemiz gerekli birbirimizi onaylamaya. Çünkü her insan bir dünyadır.
Rekabetin hâkim olduğu dünyada ya da sistemde İnsanların birbirlerine üstünlüğü vardır. Bazı insanlar daha değerli, bazıları daha beceriksizdir. Hızlı yavaşı geçer, büyük küçüğü ezer. İnsanlar birbirinin rakibidir.
Oysa her biri ayrı bir dünya olan insanların yaşadığı dünyada insan, insana ihtiyaç duyar, herkes eşsizdir ancak diğerleri ile var olabilir. Diğerleri kendi hikâyeleri ile ayna tutarsa kendini daha iyi bilebilir, görebilir.
Tek bir can kıymetlidir. Çünkü o bir dünyadır. Beceriksiz değil, yavaş değil, daha az zeki değil. Varlığı hepimiz için gerekli, olmazsa olmaz bir dünya.
Niyetimize ve kelimelerimize şimdi dönüp bakma vakti… Mucizeye ne hacet zaten hepimiz mucizenin ta kendisiyiz. Yavaşlasak bazen bir dursak aldığımız nefesi fark edebileceğiz, acele etmeden gördüğümüze bakma fırsatımız olabilecek. Hikâyemizin acısıyla, tatlısıyla kıymetli olduğunu daha iyi idrak edebileceğiz. Niyetimiz yargılamadan, yorumlamadan diğer insanların değerli hikâyelerini duymak olursa o zaman sevgi, şefkat ve merhamet dilini konuşabiliriz. O zaman her birimizin ana dili barış dili olabilir. Şimdi, şu andan itibaren bunu yapmaya başlasak o zaman niyetin ve kelimelerin sırrı açığa çıkacaktır. İşte bu andan itibaren analar insan yetiştirecektir.
Şimdi…